27 Eylül 2014 Cumartesi





Anakütle (Populasyon)
Hakkında belirli bir veya daha fazla özellik 

(DEĞİŞKEN) açısından araştırma yapılmak istenen
tüm elemanların içinde bulunduğu kümedir.
• İstatistik açısından iki temel kavram
tanımlanmalıdır:
– Araştırılacak topluluğun sınırları,
– Topluluk içindeki incelenecek değişken 
                                                                                 veya  değişkenler.


Örneklem


• Anakütleden seçilen ve ilgilenilen değişken
açısından anakütlenin özelliklerini yansıtma
özelliğine sahip alt kümedir.
Örneğin en önemli amacı;
zaman ve maliyet kaybını minimuma
düşürmek,(optimum örnek hacmi)

Parametre

• Anakütlenin sayısal olarak ölçülebilen herhangi bir
özelliği o anakütlenin parametresi olarak tanımlanabilir.
• Bir anakütle birden fazla parametreye sahip olabilir.
•Parametre, ilgili anakütle için, değişmeyen sayısal bir
sabittir.
NOT: Parametreyi belirlemek için anakütledeki tüm
elamanların incelenmesi gerekir.

Değişken

• Belirli bir özelliğin davranışının incelenmesi amacıyla
yapılan deneyler, gerçekleştirilen gözlemler sonucunda elde
edilen verilerin(sonuçların) temel niteliği bu sonuçların
önceden kestirilememesi ve birbirinden farklı değerler
alabiliyor olmasıdır. Bu nedenle istatistikte bu niteliklere
sahip özelliklere (verilere) değişken adı verilir.
Örnekler:
– Öğrencilerin kardeş sayısı
– Bankaların TL. bazında aylık mevduat faiz oranı
– Bir süpermarkete belirli bir sürede gelen müşteri sayısı


Nicel(kantitatif) veriler

Sayımları ya da ölçümleri sayılarla ifade
edilebilen verilerdir.
Örnek: Tüketilen su miktarı

Nitel (kalitatif veya kategorik) veriler

Sayısal olarak ifade edilemeyen karakteristiklere
göre birbirinden farklı kategorilere ayrılmış verilerdir.
Örnek: Araba renkleri

Kesikli Değişken

• Tanımlı olduğu aralıkta sadece tam sayı değerleri
alabilen değişkenlerdir.
Örnekler:
– Ders başladıktan sonra ilk 5 dk. içinde derse geç
kalan öğrenci sayısı,
– Banka şubesinde gün içerisinde vadeli hesap
açtıran müşteri sayısı.

Sürekli Değişken

• Tanımlı olduğu aralıkta tüm değerleri (sonsuz sayıda)
alabilen değişkenlerdir.
Örnekler:
– Bir süpermarkete gelen iki müşteri arasındaki
geçen süre,
– Yeni doğan bebeklerin ağırlığı

Veri Türleri

• İstatistik araştırmalarda, anakütleden alınan bir
örneğin bir ya da daha fazla özelliğinin ölçülmesi söz
konusudur.
Bu ölçümler veri olarak adlandırılır ve veriler
genellikle;
• nominal,
• sıralı,
• aralık,
• oran,
verisi olarak sınıflandırılır.

Nominal Veri

Anakütleden veya örnekten elde edilen her bir birimi
basitçe kategorilere ayırır.
•Nominal veriye aynı zamanda kategorik veri de
denilebilir.
•Bu veri kategoriye ait olan her bir birimi tanımlayan
isim ya da etikettir.
Örneğin;
•50 yöneticiden alınan örnekte her bir bireyin siyasi parti
bağlantısı ( demokrat, sosyalist, cumhuriyetçi).
•İstatistik dersi alan her bir öğrencinin cinsiyeti( bay,
bayan)
•2011 yılında maksimum satış gelirine sahip olan 100
Türk firmasının bulunduğu il.(İzmir, Kayseri,vb.)



EKONOMİK VE TİCARİ OLARAK İLK KEZ GERÇEKLEŞTİRİLEN BULUŞ VE FİKİRLER


İLK SİGARA
Ticari amaçlı ilk sigara 1843 yılında Fransa’da devlet tekelindeki Française des Tabacs adlı kuruluş tarafından üretildi. İlk parti 20 bin sigara, Kraliçe Marie-Amelie tarafından o yıl Paris’te düzenlenen kermeste satıldı. Fabrikasyon olarak sigara üretimine ilk kez 1853 yılında Küba’nın başkenti Havana’da Don Luis Susini tarafından başlandı. Markalı İlk sigara ise İngiltere’de 1859’da Tatlı Üçler adıyla üretildi. Firmanın sahibi olan Robert Peacock Gloag, 1854-1856 yılları arasındaki Kırım Harbi sırasında, Ruslara karşı Türklerle omuz omuza şavaşmıştı. O sırada silah arkadaşı Türklerden sigara sarmasını öğrendi. Ülkesine döndüğünde sigara üretimine geçmeye karar verdi.
İLK ÇEK
Hamiline yazılmış ilk çek, 22 Nisan 1659 günü, Londra’da Nicholas Vanacker’a ödendi. 10 pound değerindeki bu çeki ödeyen banka, Clayton and Morris’ti. El yazısıyla yazılmış olan çekin aslı, 1976 yılı Aralık ayında Londra’da Sotheby’s müzayede salonunda yapılan aık arttırmada 1300 pounda satıldı.

İLK KAHVEHANE
İlk kahvehane, 1554 yılında Şam’dan gelen Hakim ve Cem adlı iki tacir tarafından istanbul’da açıldı. Daha sonra sayıları hızla arttı. Bu kahvehanelere, aydınlar okulu anlamına gelen mekteb-i irfan deniyordu.
İLK EHLİYET
14 Ağustos 1893 tarihinde Paris Emniyet Müdürlüğü, bir kararname yayınladı: “Hiçbir motorlu araç, sahibinin başvurusu üzerine tarafımızdan verilecek sürücü belgesi olmadan kullanılamaz. Sürücülerin hataları nedeniyle, söz konusu belgeleri iptal etme hakkına her zaman sahibiz” bu duyuru üzerine, araba sahipleri, Paris Emniyet Müdürlüğü’ne başvurdular. 1 Kasım 1899’a kadar Paris bölgesinde 1795 kişiye sürücü belgesi verilmişti.

İLK GELİR VERGİSİ

1451 yılında Floransa’da Catastro adı altında Lorenzo De Medici tarafından toplanmaya başlandı. Daha sonra Scala adını alan bu vergi, önceleri devlete gelir sağlamak amacıyla ve iyi niyetle toplanıyordu. İlk süper vergiyi ise, İngiltere’de David Lloyd George, 1909 bütçesiyle birlikte yürürlüğe koydu. Buna göre, yıllık geliri 5 bin sterlini aşan herkesten gelirinin 3 bin sterlininden sonraki her sterlin için 6 penny vergi alınıyordu.

İLK TOTO OYUNU
1922 yılında, İngiltere’nin Birmingham kentinde, John Jervis Barnard tarafından oynatıldı. Bu amaçla tek odalı bir büro tutan Barnard’ın düzenlediği bahisin ilk kuponunda, altı karşılaşmanın galibini bilmek gerekiyordu. 1938 yılına kadar bu oyunu sürdüren Barnard, kuruluşunu o yıl David Cope’a devretti.

İLK DONDURMA

1686 yılında, İngiltere Kralı II. James ve adamlarının tanesine birer pound ödeyerek 12 tabak dondurma yediklerine dair bir belge varsada, dondurmanın kökenleri, çok daha eskiye dayanır. Büyük İskender’in Neron’un ve Mısır firavunlarının dondurma yediklerine ilşikin söylentiler vardır. Şorbet denilen ilk dondurmanın 16. yüzyılda Floransa’da (İtalya) ortaya çıktığı, oradanda Fransa’ya atladığı biliniyor.

                                İLK KAHVE VE NESKAFE (NESCAFE)

Kahveyi ve yararlarını ilk belirleyen kişi, Ünlü Türk bilgini İbni Sina’dır. İbni Sina, M.S. 1000 yılında kahveyi keşfetti ve ona Bunc adını verdi. Bu isim Etopya’da hala kullanılır.
Bugün Avrupa ve Amerika’da yaygın bir biçimde kullanılan Neskafe sekiz yıllık bir araştırmadan sonra ilk kez 1938 yılında isviçre’de Vevey kentinde Nestle tesislerinde hazırlandı.

İLK BLUCİNLER (BLUE JEANS)

1850 yılında Bavyera’dan ABD’ye göçeden Levi Strauss tarafından yapıldı. Altına hücum döneminde San Francisco’ya geldiğinde yanında çadır ve branda bezi yapmak üzere getirdiği bir miktar kumaş vardı. O sırada karşısına çıkan bir madenci, normal pantolonların, madenlerde çabuk eskiyip yırtıldığını söyleyince, Strauss’ın kafasında şimşik çaktı ve elindeki kalın kumaştan dayanıklı pantolon yapmaya karar verdi. Bu ilk blucinler, düzinesi 13.5 dolardan satışa çıkarıldı.

NÜFUSU 1 MİLYONU AŞAN İLK KENT
Dünyadaki tüm kentler arasında, nüfusu 1 milyonu aşan ilk kent Londra’dır. 1811 yılında yapılan nüfus sayımında, bu kentte 1 milyon 9 bin 546 kişi yaşadığı saptanmıştır. 7 yıl sonra dünyada yapılan nüfus sayımlarında ise nüfusu 1 milyonu aşan kentlerin sayısı ancak 7’yi bulmuştu. Bu şehirler; Londra, Paris, Kanton, New York, Viyana, Nanking, Tokyo

İLK AÇLIK GREVİ


Çar 3. Aleksandır döneminde (1881-1894) Rusya’daki cezaevlerinde bulunan mahkumlar tarafından yapıldı. 1889 yılında, Kara Gaol Hapishanesi’nde bulunan kadın mahkumlar da açlık grevine katılınca, kendilerine zorla yemek yedirildiğine ilişkin kanıtlar var. İngiltere’de ilk açlık grevi ise 1909 yılı Temmuz ayında Marion Wallace Dunlop adlı bir genç kız tarafından yapıldı.

İLK HAYAT SİGORTASI ŞİRKETİ

Londra’da Sir Thomas Allen tarafından 1706 yılında, “Amicable Society for a Perpetual Assurance Office” adı altında faaliyete geçirildi. Sigortalanacak kişinin 15 yaşından küçük 45 yaşından büyük olmaması gerekiyordu.

İLK OTOMOBİL ÜRETİMİ

Petrolle çalışan otomobillerin üretimi, 1888 yılında Almanya’da Rheinische Gasmotorenfabrik Karl Benz tarafından Mannheim’da başladı. Gerçi Benz, ilk kullanılabilir modelini üç yıl önce yapmıştı ama, kayıtlara geçen satış, Parisli Emeli Rogers’a yapıldı ve fatura tarihi 16 Şubat 1888’di. 2 beygir gücünde, tek silindirli, üç tekerlekli ve iki kişilik olan bu araba, dört koli içinde Paris’e gönderildi. Benz firması aynı yıl ilk katalogunu çıkardı. İlk üretilen arabalar üç tekerlekliydi ve 1893 yılında dört tekerlekli ilk iki model piyasaya çıkarıldı. Bunlar, Victoria ve Vis-a-vis modelleri olarak adlandırıldı.1893 yılı sonunda Benz firmasının sattığı araba sayısı 69’du. Seri üretimin ilk standart modeli Benz Velo, 1894 Nisanında piyasaya sürüldü. Üzerinde 1.5 beygir gücündeki motorla saatte en fazla 12 mil hız yapabilen bu arabalar, 2.200 Marktan satılıyordu.

İLK OTOMOBİL HIRSIZLIĞI
1896 yılının Haziran ayında Paris’te meydana geldi. Baron de Zuylen, Peugeot marka arabasının onarımı için imalatçı firmaya göndermişti. Baron’un şoförü, arabayı fabrikadan çalarak ortadan kayboldu. Bir süre sonra hırsız, araba ile birlikte Asnieres’de ele geçirildi. 

İLK DOLMUŞ SEFERİ
Şehirlerarası ilk dolmuş seferi, 1898 yılının Ağustos ayında, London Motor Van and Wagon Co. Şirketi tarafından Clacton ile Londra arasında başladı. Şirket, her Cuma Clacton’dan Londra’ya 4 araç kaldırıyordu. 70 millik mesafe 5.5 saatte katediliyordu.
ABD’de ilk dolmuş seferleri ise, 1899 yılında Nassau County Motor Coach Co. tarafından başladı. Seferler, Long İsland’ın banliyöleri arasında yapılıyordu 
İLK PLAKA

Paris Emniyet Müdürlüğü’nün 14 Ağustos 1893 günü yayınladığı talimatnamede şu satırlar vardı:”Her motorlu aracın üzerinde, görünebilir büyüklükte bir metal plaka olacaktır. Bu plaka üzerinde, araç sahibinin adı, adresi ve ruhsat numarası yazacaktır. Aracın sol tarafına takılacak olan bu plaka hiçbir biçimde gizlenmeyecektir”.
30 Eylül 1901 tarihinden itibaren bu kural tüm Fransada geçerli oldu. Saatte 30 km yapabilen her aracın bu plakayı takması istendi. 

AŞIRI HIZ NEDENİYLE CEZALANDIRILAN İLK SÜRÜCÜ
İngiltere’de Walter Arnold ilk hız nedeniyle ceza alan kişidir. 28 Ocak 1896 günü Tombridge Polis Mahkemesi’nde, C.W. Powell tarafından, sekiz gün önce meskun bölgede 2 millik hız sınırının ihlal edilmesi suçundan yargılanmıştır. Arnold’un şansızlığı, 2 millik hız sınırını, tam yerel polis komiserinin evinin önünde aşmasıydı. O sırada akşam yemeğini yemek için eve gelen komiser, olayı görünce derhal yemek masasından kalkmış, başlığını giyip bisikletine binerek suçlu’nun peşine düşmüştü. 5 saat süren kovalamacanın ardından Arnold aşırı hızdan dolayı tutuklandı.

İLK GAZETELER
Aynı başlık altında belirli aralıklarla yayınlanıp haberleri okuyucularına aktaran ilk iki gazete, Almanya’da 1609 yılının Ocak ayında yayınlanmaya başladı. Aviso Relation oder Zeitung, 15 Ocak’ta ilk sayısını çıkardı ve haftalık olarak sürdürdü. Öteki gazete ise, Aller Fürnemmen und Gedenckwürdingen Historien başlığı taşıyordu. Haftada bir kez Strasbourg’da basılan gazetenin üzerinde tarih yoktu.
İLK KÖŞE YAZARI
Dr. John Hill, 11 Mart 1951 tarihinden itibaren London Advertiser ve Literary Gazette’de Müfettiş imzasıyla köşe yazıları yazmaya başladı. Bu, ilk imzalı köşe yazısıydı. Hill, iki yıl boyunca yazılarını sürdürdü ve her yıl için 1500 sterlin ücret aldı. Bu da, o zamana göre, hatırı sayılır bir paraydı. Basın tarihinin bu ilk köşe yazarı, bugünün meslektaşları gibi ciddi konulara ilgilenmiyor aksine dedikoduları yansıtmaktan zevk alıyordu. 
İLK NAYLON
Amerikan kimya şirketi E.İ. Du Pont De Neumors’da, Dr. Wallace Carothers başkanlığında bir araştırma ekibi tarafından üretildi ve 16 Şubat 1937’de patenti alındı. Ticari olarak üretilen ilk naylon ürün ise, diş fırçası kılıdır. İlk naylon iplik de, aynı şirketin Seaford fabrikasında 15 Aralık 1939’da üretilmiş ve çorap yapımında kullanılmıştır.

İLK EMEKLİ MAAŞI
Almanya’da, Bismark’ın 1889 yılının Haziran ayında hazırlattığı Emeklilik Sigortası Yasası, 1 Ocak 1891 yılından itibaren yürürlüğe girdi. Yasaya göre 16 yaşının üzerinde olup da, hiçbir iş yapmayan ve yıllık geliri 2000 mark altında olan herkese, belirli bir çizelgeye göre yardım yapılıyordu. İngiliz Milletler Topluluğu’nda, yasa ile emekli aylığı ödemeye başlayan ilk ülke Yeni Zenlanda oldu. 
İLK PLASTİK
Parkesin adıyla, nitroselüloz, kafur ve alkolün karışımıyla Birmingham kentinde Alexander Parkes tarafından yapıldı. Üretimine ise Londra’da, 1866 yılında Parkes tarafından başlandı. Bulucusuna göre, bu ilk plastik, gerçekten harika bir maddeydi.

İLK CİPS PATATES
1853 yılında, New York’taki Moon Lake House Oteli’nin Kızıldereli aşçısı George Crum tarafından hazırlandı. Bir akşam, otelin restorantına yemeğe gelen müşterilerden biri, Crum’dan Fransızların ünlü patates tavasından daha ince bir patates yemeği istedi.

İLK TELEFON
Konuşmaları açıkça aktaran ilk telefon aleti, Charles Sumner Tainter ve Alexander Graham Bell tarafından geliştirilen Radyofon adlı aygıttır. İki bilim adamı, bu aygıtla ilk başarılı denemeyi 15 Şubat 1880 günü gerçekleştirdi. Verici, Washington’da 13. Cadde’deki Franklin School’un tepesine konmuştu. Tainter, ahizeyi eline alarak konuşmaya başladı:”Bay Bell... Bay Bell... Beni duyabiliyorsanız, Lütfen pencerenin önüne gelip şapkanızı sallayın”. Az sonra Bell, 14. Cadde’de bulunan laboratuarının penceresine geldi. Elinde şapka vardı. Bir an durdu, sonra sallamaya başladı.


Örümcek Ağı (COBWEB) Kuramı

                                         Örümcek Ağı (COBWEB) Kuramı 

Fiyat değişmelerinin arz ve talep miktarlarında derhal bir tepki doğurduğu varsayımına dayandık. Ancak bazı mallarda, özellikle tarım ürünleri gibi, üretimleri uzunca bir zaman aralığına (hububatın bir yıl, kauçuğun beş yıl istemesi gibi...) gereksinim gösteren malların arzını, piyasadaki talebe göre oluşacak bir yüksek fiyat karşısında yıl içinde arttırmak hemen hemen olanak dışıdır. Böyle bir yüksek fiyat karşısında çiftçilerin duyarlılığı genellikle gelecek yılın ürünü üzerinde kendini gösterecek ve çiftçiler bu yüksek fiyatın çekiciliği karşısında daha bol üretimde bulunmak yoluna gidebileceklerdir. Bu durumda, gelecek yılın arzı bu yılın fiyatına, bu yılın arzı da geçen yılın fiyatına bağlı kalacaktır. Daha açık bir deyişle bu üretim dönemine ait arz, geçen dönemin fiyatlarının fonksiyonudur. Talep için ise böyle bir özellik söz konusu değildir. Eğer, bu üretim döneminin yüksek fiyatına bakarak çiftçiler daha bol üretimde bulunmak yoluna giderlerse; gelecek yıl piyasaya sürülen ürün artacak, buna karşılık talep esnekliği düşük olan tarımsal ürünlerin fiyatında büyük olasılıkla bir düşme görülecektir. Sözünü ettiğimiz olay, ekonomistlerin gözünden kaçmamış ve 1938 yılında EZEKİEL "Cobweb Kuramı" adıyla yayınladığı makalesinde, üretim ve fiyat kuramına büyük bir katkıda bulunmuştur.        Ezekiel'e göre Cobweb Kuramı aşağıdaki koşuların varolduğu mallar için söz konusu olabilir.- Tam rekabet koşulları altında üretimin, fiyata karşı tam duyarlık gösteren üreticiler tarafından saptandığı mallar- Üretimin gerçekleşmesi için gerekli zamanın, en az bir yıllık dönemi kapsayacak kadar uzun olduğu mallar.-Fiyatın cari arzla belirlendiği mallar Yukarıda anlaşılacağı gibi, fiyat ya da üretimin hükümet kararları veya tekelci rekabet koşullarının egemen olduğu piyasalar tarafından belirlendiği mallar için Cobweb etkilerinden söz edilemeyeceği gibi, üretimin spontane talep değişikliklerine tam duyarlılık gösterdiği mallar için de söz konusu olamaz.Ezekiel ve diğer ekonomistlerin oluşturduğu Örümcek Ağı ekonomi kuramı, kısmi dinamik çözümlernelere giriş niteliğini taşımaktadır. Anılan ekonomistler, Örümcek ağı' nın bir dengeye doğru gittiği ve bir denge noktasında birleştiği durumu incelemekle yetinmemişler, ayrıca örümcek ağı'nın dengeden uzaklaştığı ve patlamaya doğru gittiği durumu ile örümcek ağı'nın aynı büyüklükte sürekli salınım gösterdiği durumu da incelemişlerdir. Bu üç durum arasındaki fark, söz konusu arz ve talep eğrilerinin esnekliklerinin farklı oluşundan kaynaklanmaktadır. Eğer arz talebe oranla esnek değilse; istikrarlı denge (azalan dalgalanmalar) talep ve arz eğrilerinin esneklikleri aynı ise; nötr denge (sürekli dalgalanmalar) ve nihayet arz talebe oranla esnekse; istikrarsız denge (artan dalgalanmalar) söz konusu olacaktır. Şimdi, bu üç ayrı durumu şekiller üzerinde izleyelim ve nedenlerini araştıralım. İstikrarlı Denge: Şekilde herhangi bir x tarımsal ürününün piyasasında denge fiyatı oluşmuşken, örneğin gelir artışı nedeniyle talep eğrisi sağa doğru kaymış olsun. Bu durumda denge fiyatı ve alım - satım miktarı yükselecektir. Arz fonksiyonu gecikmesiz olsaydı, talepteki artışa arz da derhal cevap vermiş olacaktı. Ancak arzın gecikmeli oluşu, denge noktasına giderken fiyatın bu denge noktası etrafında dalgalanmasına yol açacaktır. İlk dönemde fiyat düzeyi Pı'dir. Bu fiyat düzeyinde OQı kadar talep, OQ2 kadar da arz söz konusudur. Yani QıQ2 kadar arz fazlası vardır. Bu arz fazlası fiyatların P2 düzeyine düşmesine neden olacaktır. Bir sonraki dönemde üreticiler bu P2 gibi düşük fiyattan OQ3 kadar arz ederlerken, piyasa talebi OQ2 düzeyindedir. Q3Q2 kadarlık talep fazlası fiyatları yükselterek P3 düzeyine çıkmasına neden olacaktır. Bir sonraki dönemde ise, bu P3 fiyat düzeyinde OQ3 kadar talep, OQ4 kadar ise arz söz konusudur. Yani Q3Q4 miktarında bir arz fazlası vardır. Bu arz fazlası yine fiyatların düşmesine neden olacak ve süregiden bu oluşum sonunda piyasa dengesinin P4 gibi bir denge noktasında kurulmasını sağlayacaktır.İstikrarsız Denge: Şekil'de talep doğrusunun eğiminin arz doğrusunun eğiminden küçük olduğu hallerde fiyat dalgalanmaları azalıp bir denge noktasında duracağına gitgide şiddetlenir. Şekilde ilk dönemde Pı fiyat düzeyinde OQı kadar talep ve OQ2 kadar arz vardır. Arzın talepten QıQ2 miktarında fazla oluşu fiyatı P2 düzeyinde düşürecektir. Bu P2 fiyat düzeyinde OQ3 kadar arz ve OQ4 kadar talep söz konusudur. Yani Q3Q2 kadar bir talep fazlası vardır. Bu talep fazlası fiyatı P3 düzeyine çıkaracaktır. Bu fiyat düzeyinde üreticiler, fiyatların artmasıyla üretimlerini arttıracaklarından OQ3 kadar talep ve OQ4kadar da arz söz konusudur. Yani Q3Q4 kadarlık bir arz fazlası vardır. Bu arz fazlası, doğaldır ki fiyatları yeniden düşürecek ve bu fiyat iniş-çıkışları arz ve talep arasındaki dengesizliği daha da bozarak piyasa dengesinden giderek uzaklaşılmasına neden olacaktır. Böyle bir koşulda, denge durumundan bir kez ayrılınması halinde, piyasa dengesinin yeniden kurulması olası olmayacaktır. 


Nötr Denge: Şekil'de talep ve arz eğrisinin esneklikleri aynı olduğu için fiyat dalgalanmaları eşit şiddette devam eder. Fakat yine yeni bir denge noktasına varmanın olanağı olmadığı gibi; dengeden gitgide uzaklaşma da söz konusu değildir. Şekilde P1 fiyat düzeyinde OQı kadar talep OQ2 kadar arz söz konusudur. Arzın fazla olması fiyatı P2'ye düşürecek ve bu kez OQı kadar arz ile OQ2 kadar talep karşımıza çıkacaktır. Talebin QıQ2 kadar fazla oluşu fiyatı yine Pı düzeyine çıkaracak ve bu fiyat iniş-çıkışı ile arz ve talep dengesizliği bozulmaksızın aynı şekilde devam edecek, ancak bir türlü denge noktasına ulaşmak olası olmayacaktır.Yukarıdaki açıklama belli bir dönemdeki arz miktarının bir döneni önceki fiyata göre oluştuğu, her dönem elde edilen ürünün o dönem içinde satıldığı varsayımına dayanmaktadır. Bu varsayımlar gerçek yaşama uymayabilir. Eğer üreticiler yükselen veya düşen fiyatın sürekliliği kanısında değilseler, satıcı veya alıcıların elinde stok bulunuyorsa, ihracat ve ithalat yapılıyorsa, üretim miktarını değiştirmeyebilirler.

Dünya Ekonomisi Enler ve ilkler

Dünyanın en az GSYİH (Gayrisafi Yurtiçi Hasıla)’ye sahip ülkesi Tuvalu’dur (2002’de 12 milyon dolar).
Dünyanın ticari mal trafiğinin en yoğun olduğu liman Hollanda’nın Rotterdam Limanı’dır (yıllık toplam yük trafiği 293 milyon ton).
Avrupa’nın en büyük GSYİH’ye sahip ülkesi Almanya’dır (2002’de 2,184 trilyon ABD doları).
Avrupa’nın en zengin ülkesi Lüksemburg’dur (2002’de kişi başına gelir 44.000 ABD doları).
Avrupa’nın en yoksul ülkesi Bosna Hersek’tir (2002’de kişi başına gelir 1.500 ABD doları).
Asya’nın en büyük GSYİH’ye sahip ülkesi Çin’dir (2002’de 5,7 trilyon dolar).
Asya’nın en zengin ülkesi Japonya’dır (2002’de kişi başına gelir 28.000 dolar).
Asya’nın en fakir ülkesi Doğu Timor’dur (2002’de kişi başına gelir 500 dolar).
Afrika’nın en büyük GSYİH’ye sahip ülkesi Güney Afrika Cumhuriyeti’dir (2002’de 432 milyar dolar,kıta toplamının yaklaşık dörtte biri).
Afrika’nın en zengin ülkesi Mauritius’tur (2002’de kişi başına 11.000 dolar).
Afrika’nın en fakir ülkesi Sierra Leone’dur (2002’de kişi başına 530 dolar).
Amerika kıtasının en işlek limanı ABD’nin Houston Limanı’dır(2001’de 185.050.168 milyon ton yük trafiği).
Amerika’nın en büyük GSYİH’ye sahip ülkesi ABD’dir (2002’de 10,4 trilyon dolar).
Amerika’nın en zengin ülkesi ABD’dir (Kişi başına 37.600 dolar).
Amerika’nın en fakir ülkesi Haiti’dir (Kişi başına 1.700 dolar).
Okyanusya’nın en büyük GSYİH’ye sahip ülkesi Avustralya’dır (528 milyar dolar).
Okyanusya’nın en zengin ülkesi Avustralya’dır (Kişi başına 27.000 dolar).
Okyanusya’nın en fakir ülkesi Kiribati’dir (Kişi başına 840 dolar)

25 Eylül 2014 Perşembe

Tam istihdamın nahoş aritmetiği
Kapitalizmin küresel düzeyde yarattığı en önemli tahribatlardan biri hiç kuşkusuz yaygın kitleleri işsizleştirmesidir. Dünyanın hemen her coğrafyasında giderek daha fazla sayıda kişi ya mutlak işsiz ya da iş güvencesinden yoksun bırakılmış konumdadır. Modern kapitalist devletin en büyük sözleşmesi olan piyasa ve piyasa kuralları kapitalist bir ekonomide bireyin toplumsal olarak temel var olma hakkı olan “çalışma” hakkını bireylerden almakta ve geniş kitleleri işsizlik ve dışlama sarmalına mahkûm etmektedir. Kapitalizmin temel kuralı sayılabilecek olan değersizleştirme süreci piyasalara terk edilen insanların elinden yaşama haklarını almakta ve bunu yine piyasaların nahoş isteği olarak meşrulaştırmaktadır. Basitçe söylenilen piyasalar istemediği sürece insanlara da iş ve aşın yokluğudur.
Piyasaların bizi istemesi için ne yapmalıyız? Ya biz her şeyi yapsakta o bizi istemezse! Ya bizim yerimize başkasını isterse! Piyasalar karşısında herkesi yalnızlaştıran bu ve benzeri kuşkular “modern” kapitalist dünyanın karabasanları olarak insanlığın karşısında durmakta… İnsanlık tarihi geniş kitlelerin işsizleşmesini kuşkusuz yalnızca bugün yaşamıyor. Geçen yüzyılın başı aynı zamanda merkez ekonomilerde işsizleştirilen, değersizleştirilen kitlelerin siyasal mücadele tarihidir de… Bu siyasal gerginlik ortamında merkez ekonomiler kapitalizm içi yeni bir düzenleme biçimine de tanıklık etmişlerdir. Keynesyenizm olarak anılan bu düzenleme biçiminde devlet işçi sınıfının artan siyasal muhalefetini sistem içinde çözümleyebilmek için yeni bir işlev yüklenerek, piyasaların değersizleştirdiği kitlelere kamusal alanda iş yaratma işlevini yüklenmiştir. Meslekten iktisatçıların çok iyi bildiği bu düzenlemeler özünde kapitalizmin mülkiyet ilişkilerine dokunmadan sermayenin toplum ve maddi hayat üzerinde kurduğu tahribatı “müdahaleci devletin” politikalarıyla hafifletmesinden başka bir şey değildi… Kapitalizm yeni bir Keynesyenizm süreci yaşayabilir mi? Ya da Keynesyen bir düzenleme kapitalizmin maddi uygarlık üzerindeki tahribatlarını tümüyle telafi edebilir mi? Kuşkusuz bu sorular insanlık tarihini “sol” düşünsel perspektiften değerlendiren iktisatçı ve tabii en genel anlamıyla sosyal bilimciler arasındaki ana ayrım noktalarından birini oluşturmaktadır… Bu noktada Keynesyenizmle değişen şeyin aslında kapitalist sürecin temel doğası olmadığı, sömürünün çerçeve ve boyutlarının olduğu saptamasını yapmak kanımızca yeterlidir.
Yine de Keynesyenizmin dahi radikal politik öneri olarak görüldüğü günümüz kapitalizminde piyasanın insanlığın maddi yaşamı üzerinde ortaya koyduğu sınırlamaları anlayabilmemiz için toplumların tam çalışma (tam istihdam) hakları ve bu amaca yönelmiş kamu politikalarının “maliyetleri” üzerine düşünmekte yarar var. Bu soruyu genel olarak insanlık sorunundan neoliberal politikalar altında yeniden yapılandırılmaya tabi tutulan ülkemize yönelttiğimizde karşımızda şu tür bir manzara durmaktadır. Türkiye’nin yaklaşık 72 milyon civarında bir nüfusu mevcuttur. DİE’nin 2003 yılı kesinleşmiş verileri dikkate alındığında bu nüfusun 23 milyon 640 bin kişisi 15 yaş ve üzerindeki çalışma yaşındaki faal nüfusu oluşturmaktadır. Bu toplamın 21 milyon 147 bini farklı biçimlerde çalışma hayatına katılabilmekte ve 2 milyon 293 bin kişisi ülkemizde artık kanıksanan işsizler ordusu içerisinde yer almaktadır. Toplam istihdamın %35’ni tarım, %65’ni ise tarım dışı kentsel istihdam oluşturmaktadır. Farklı mülkiyet ve çalışma koşulları dikkate alındığında çalışanların %50’si “ücretli ve yevmiyeli”, %20’si ücretsiz aile işçisi (ki büyük çoğunluğu tarımda yer almaktadır) ve %20’si ise kendi hesabına çalışanlarla işverenlerden oluşmaktadır. Sınıfsal kategorilerle düşünüldüğünde, kaba bir tahminle, faal işgücünün %70’nin aşan kısmının ya ücretleriyle geçinen ya da tarımda geçimlik üretim yapan potansiyel emek gücü tarafından oluştuğunu düşünmek mümkündür. Üstelik ücret ya da tarımsal geçimlik gelir düzeyiyle yaşamlarını sürdüren bu grupların yaklaşık 60 milyona yakın insanın “geçimleriyle” sorumlu oldukları da tahminler arasında yer almaktadır. Bu yapıya ilişkin bir diğer önemli gözlem ise hep bahsedilen Türkiye’nin genç nüfus yapısıdır. Söz konusu genç nüfus ülkemizde halen derinleştirilerek sürdürülen neoliberal yeniden yapılandırma sürecinin beklenen sonucu olan gelecek dönemlerin işsizler ordusunun adayları konumundadır. DİE verilerinden hareket edilecek olunursa 15-19 yaş gurubunda yaklaşık olarak %24, 20-24 yaş gurubunda %27 ve 25-35 yaş grubunda ise %13 düzeylerine varan işsizlik oranları gözlenmektedir. İş süreçlerindeki kuralsızlaştırmanın önemli bir diğer sonucunun ise toplam istihdamın %50’si düzeyinde olan hiçbir sosyal güvenceye tabi olmayan “kayıtsız çalışanlar” olduğu unutulmamalıdır.
Ülkemizin bu görünümü şu soruyu haklı kılmaz mı? Zaten genç olan ve giderek artan nüfus yapısında insanların yaşamaları için olmazsa olmaz olarak tanımlanan çalışma hakları yalnızca piyasanın mantık alanına terk edilmesi ne derece ahlaki bir tutumdur? Bu soruyu sormak dahi bugün dünya da ve ülkemizde her şeyi piyasaların mantık alanında meşrulaştıran meslekten iktisatçıları ve ülkesini “küresel kurallar” çığlıyla kapitalizmin acımasız kurallarına terk eden “yöneticileri” rahatsız edeceği açık…
Olsun rahatsızlık vermek pahasına gelin bir de şöyle düşünelim. Bir ülke düşünelim ki bu bizim ülkemiz olsun… Bu ülke insanının %10’ları aşan kısmı fiili işsiz olsun ve yine bu ülke uzun süredir borçlu olup, borçlarını “birlikte” borçlandık şimdi de siz “ödeyeceksiniz” deyip halkını işsizlik ve giderek sefalete mahkûm etsin… Bu ülkenin yöneticileri borç ödeme sorumluluğunu düzenli olarak gerçekleştirmenin “gururuyla” böbürlenirken örneğin SEKA’yı kapatıp işsiz kalan insanlara “eh ne yapalım piyasalar bunu istiyor” diyebilsin… SEKA’yı kapatıp orada “park” yapılacağından söz edebilsin…
Şimdi böyle bir ekonomide devletin iki kesime olan sorumluluğundan hareketle “aykırı” gözlemler geliştirelim. Aşağıda sunulan şekilde 1980’li yıllar boyunca “iç ve dış borçlarımızın faiz ve ana para ödemeleri” ile “toplam ücret” ödemelerinin milli gelire oranları sunulmuştur. Reel fiyatlarla hazırlanan bu ilişkide ücret gelirinin milli gelire oranı %20 ila %25 düzeylerinde seyretmektedir. Borç ödeme sürecine tabi olduğumuz sürdürülmekte olan sözde “istikrar programında” dahi borç ödemelerinin milli gelire oranı %58 düzeyinin altına çekilememiştir. Başka bir deyişle ulusal gelirin yarısından fazlası borç ödemeleriyle yerli ve uluslararası sermayeye transfer edilirken ancak %20’ler düzeyinde kalan bir kısmı ücretiyle geçinen geniş halk kesimlerine dağıtılmakta ve eğer “tasarruf” yapılacaksa ilk hatırlanan bu kesimlerin milli gelirden aldıkları pay olmaktadır. Şimdi de bu ülkede farklı bir siyasal iktidarın farklı bir iktisat politikası uyguladığını ve belirli bir minimum ücretten isteyen herkesin tam istihdamı garantilediğini varsayalım…
Olmaz mı? Meslekten iktisatçıların ve yerleşik düşüncenin amansız savunucusu yönetici elitlerin “tabiki olmaz” deyişlerini duyar gibiyiz..! Olsun soyut iktisat düşünmek bazen basit aritmetik yapmayı gerektirir… Kimi zaman karmaşık anlatı varlığı çok açık olan bir durumu gizlemenin ötesine geçmeyebilir… Sözünü ettiğimiz bu ülkede yani bizim ülkemizde 2003 yılı verilerine yeniden dönelim ve o yıl geçerli olan 427 milyon düzeyindeki işgücü maliyetinden (söz konusu miktar işçinin eline geçen net maaş değildir sosyal güvenlik katkılarını da içermektedir..!) 2 milyon kişiye iş verdiğini düşünelim… Bu tür bir iş güvencesi politikasının kabaca maliyeti yaklaşık 10 katrilyon kadar olup, aynı yıl 175 katrilyon olan milli gelirinin %6 dolayında olan bir miktarı temsil etmektedir. O yıl milli gelirden işgücüne zaten yapılan ödemelerle bu sözünü ettiğimiz tam istihdam politikasının ek “maliyetini” de kattığımız da halen işgücüne yapılan toplam aktarma anca %30’lar düzeyine ulaşmaktadır… Yani sistem için korkulacak bir şey yoktur… Halen borçlar ödenebilmekte (!) ve halen sermaye bitmek bilmez kâr isteğini gerçekleştirebilmektedir..!
Bu elbette yalnızca basit bir aritmetik..! Ama istenirse yapılamayacak, uygulanamayacak bir alternatif de değil… Halkından bu açıdan destek almış bir siyasal iktidar isterse elbette bu tür politikaları çok daha yetkin ve işlevsel olarak geliştirebilir ve uygulamaya koyabilir. Çünkü kapitalizmde ücret ilişkisi aynı zamanda bir değer ilişkisidir. İstihdam harcaması aynı zamanda bir üretim harcamasıdır ve bu anlamda ödemeden daha fazla yaratılan bir gelirdir… İstihdam harcamaları yerleşik ve uluslararası sermayeye yapılan direk bir kaynak transferi değil direk olarak bir gelir yaratımıdır…
Yeniden soralım olmaz mı? Piyasanın bu kadar mutlaklaştırıldığı, insanların çıplak olarak piyasaya terk edildiği bir dünyada belki olmaz… Ancak insanlığı bu kadar tehdit eden, kapitalizmin yalın çıplak halini insanlığa vaat eden bir iktidar da bir o kadar sürekli tarih olmaz… Meslekten iktisatçıya çağrımız nahoş aritmetiği biraz da bu amaçla kullanmalarıdır… İnsanlığın içinde hapsolduğu, ülkemizde ve dünyada kapitalizmin uygarlık suçunun boyutlarını daha kolay kavrayacaklardır..


!

KALKINMA VE KALKINMA EKONOMİSİ 

Genel Olarak Kalkınma 

Genel bir tanımlamayla kalkınma, bir ulusun arzu edilen şekilde ekonomik gelişme süreci ortaya koyabilmesi amacıyla, ulusal ekonomiyi bir bütün olarak düzenlenmesidir. Daha geniş anlamda kalkınma, bir toplumda ekonomik, toplumsal ve siyasal alanda arzu edilen her türlü değişme ve gelişme olarak tanımlanabilir. Tarihsel olarak kalkınma, azgelişmiş denilen ülkelerde ortaya çıkan büyük ölçüde beşeri acıların azaltılması ve maddi refahı arttırmaya yönelik potansiyelin harekete geçirilmesi anlamını içermektedir (Gasper, 1995: 209). Kalkınma, ülkelerin ulaşmaya çabaladığı bir hedef ve aynı zamanda nedensel ilişkileri içeren bir süreçtir (Ingham 1995:33).
İnsan-eksenli bir tanımlamayla kalkınma, insan kişiliğinin gerçekleştirilmesi için gerekli koşulların yaratılması anlamına gelmektedir. Bu bağ lamda kalkınma, insanların yoksulluk, işsizlik ve eşitsizliğinde ortaya çıkan bir azalma kriterlerine bağlı bir kavram olarak değerlendirilebilir (Seen 1972: 1) Buradaki çabalara rağmen, aslında kalkınma kavramını tanımlamanın oldukça zor olduğu belirtilmelidir. Bir bütün olrak kalkınma iktisadını ortaya çıktığı koşullar ve sonrasında geliştirilen teorilerin kalkınmaya yüklemiş olduğu anlamlara bağlı olarak anlaşılabilecek olan bu kavram; oldukça geniş, kompleks ve farklı anlamlara sahip bir kavramdır. 
Klasik iktisatın bakışı 
Kalkınma iktisadı, sosyoloji, antropoloji, tarih, siyaset bilimi ve ikti­sat bilimi içinde saklı kalan, belirli bir statüsü olmayan ve disipline olmamış bir alan olmuştur. Bununla birlikte kalkınma sorunu iktisat bilimi içinde tamamen ihmal edilmiş değildir. Farklı bakış açıları sergilemiş olsalar da, klasik iktisatçılar (A. Smith, D. Ricardo, T. Malthus, I.S. Mill ve K. Marx) ekonomik ilerlemenin nedenleri ve sonuçları hakkında ilk düşünceleri oluş­turmuşlardır. 
Söz konusu iktisatçılar çok farklı yollardan bu günün gelişmekte olan ülkelerinde yer alan kalkınma sorunlarına benzer sorunlarla ilgilenmiş­lerdir. Örneğin ilk kez 1776' da yayınlanmış olan ünlü Ulusların Zenginliği­nin Doğası ve Nedenlerine İlişkin Bir Soruşturma (An Inquiry into the Nature and Cazıses of the Wealth of Nations) adlı eserinde, Smith'in (1904) amacı ekonomik kalkınmanın doğası ve nedenlerine ilişkin yasaları bulmak­tan başka bir şey değildi. Benzer şekilde l817'de yayınladığı Siyasal İktisat ve Vergilemenin ilkeleri (Principles of Political Economy and Taxation) adlı kitabında Ricardo'nun ana hedefi, Smith'i izleyen bir anlayışla, ekonominin işleyişindeki temel hareket yasalarını bulmaktı. Kısaca bir bütün olarak ay­dınlanma döneminin akılcı, evrenselci ve pozitivist yaklaşımı etkisinde bu­lunan klasik iktisatçılar ve Marx, Batı'da ortaya çıkan büyük endüstriyel dönüşümle ilgili olarak, bütün toplumlar için geçerli doğal ve evrensel yasa­Jarı ortaya koymayı amaçlamışlardı. Bu bağlamda, Batı toplumları toplumsal gelişme veya evrimin daha önceki aşamalarını geçerek belli bir düzeye u­laşmıştır. Batılı olmayan diğer toplumlar da zamanla bu evrim sürecine dahil olacaklardır. 

J.M. Keynes'in bakışı
Kalkınma sorununun ekonomik sorunlarla birlikte düşünüldüğü di­ğer bir dönem 1929 ekonomik bunalımı olup, başta J.M. Keynes olmak üze­re pek çok akademisyen bu sorunla ilgilenmiştir. Söz konusu bunalım orta­mında gelişmiş ülkeler için her hangi bir çözümsüzlük bulunmuyordu; çünkü teoriyle pratik çözüm arasında talep yetersizliğine dayalı Keynesyen teoriyi geliştirmiş olmak yeterli olmuştur. Keynes eksik istihdamda dengenin sağla­nabileceğini ileri sürerken, durgunluktan çıkabilmek için otonom yatırımla­rın talep yaratıcı rolünü önemle vurgulamış ve teorik devlet müdahalesi öne­risiyle sorunu çözmüştür. Bu çözümlemede Keynes azgelişmiş Ülkeler öze­linde her hangi farklı bir çözüm önermiş değildir. Bununla birlikte Keynes'in bir devlet müdahalesinin gerekliliğine yönelik tespiti, kalkınma iktisadının modernleşme teorisinden almış olduğu "müdahale" kavramına iktisat bilimi açısından meşru bir dayanak sağlamış oluyordu. 

24 Eylül 2014 Çarşamba

  Hayek
Doğal bilimcilerin ağırlıkta olduğu bir aile ortamında yetişmesine rağmen topçu subayı olarak görev yaptığı I. Dünya Savaşı'ndan sonra sosyal bilimlere yönelmiştir. Viyana Üniversitesi'nden 1921'de hukuk, 1923 yılında ise siyaset bilimi üzerine 2 sene ara ile 2 doktora almış olan Hayek, 1924'te ABD dönüşünde sosyalizm fikirlerini benimsemek üzereyken Ludwig von Mises'in Sosyalizm kitabından etkilenmiş ve düşüncesini değiştirmiştir. Hayatının bundan sonraki kısmında liberal felsefeyi ekonomi, siyaset felsefesi gibi birçok alanda başarılı bir şekilde savunmuştur.
Hayek serbest piyasa düzeninin felsefi savunucularındandır. Avusturya Okulu'nun 20. yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden biridir. 1974'te Nobel Ekonomi ödülünü almıştır. Merkezi ekonomik planlamanın insanların özgürlüklerini ve ihtiyaçlarını kısıtlayacağı tezini vurgulamış, çoğulculuğu ve ekonomik sübjektivizmi savunmuştur.
Hayek'e göre iktisadi karar verme hakki, bireylerden, onların değerlerinden ve amaçlarından bağımsız değildir (ekonomik öznellik,Avusturya ekolü), karar verme hakları enformasyona sahip olan bireylerde olmalıdır. Rekabetçi bir piyasada fiyatlar, insanların farklı mal ve servislere biçtikleri görece değerleri belirlemekte, bireyler de bunlara bakıp istek ve ihtiyaçlarını en iyi şekilde nasıl karşılayacaklarına ve hatta o istek ve ihtiyaçların neler olduklarına karar vermektedirler.
Hayek iktisat dışında bilişim (enformasyon) teorisi, hukuk, politika teorisi, bilim felsefesi ve bilişsel psikoloji (cognitive psychology) gibi alanlarda da yeni fikirler üretmiştir.
Hayek, çocukluk aşkı kuzeni Helene Bitterlich'in kocasından ayrılmasından sonra ofisinde sekreterlik yaparken evlenmiş olduğu karısını boşayıp kuzeni ile evlenmiştir. Hayek 1974 yılında zıt fikirleri savunmalarına rağmen Guannard Myrdall ile paylaşmak zorunda kaldığı Nobel ödülünü almıştır. Ölmeden 2 sene önce hafıza kaybına uğramıştır.

JOHN MAYNARD KEYNES'İN HAYATI


                                          JOHN MAYNARD KEYNES'İN HAYATI
John Maynard Keynes,  Radikal düşünceleriyle ekonomide çığır açan Britanyalı iktisatçıdır.
Ekonomik durgunlukla mücadelede müdahaleci para ve maliye politikalarını savunmasıyla tanınır. Bu düşünceleri daha sonra Keynesci ekonomi akımı içinde biçimlenmiştir. Temel politika önermesi talep yönlü makroekonomik poltikalardır. Yatırımları faiz ve sermayenin marjinal etkinliği yardımıyla açıklamaktadır. Ekonomi daima tam istihdam denge düzeyinde bulunmamaktadır. Ekonomide eksik istihdam ve atıl kapasite vardır. Ekonomideki işsizlik gayri iradi işsizlik olarak adlandırılmaktadır.
Keynes'in en ünlü eseri 1936 yılında yayınlanmış olduğu, İstihdamın, Paranın ve Faizin Genel Teorisi (The General Theory of Employment, Interest and Money) ya da kısa adıyla Genel Teori diye bilinen kitaptır. Bu kitabıyla Klasik İktisatçıların öne sürdüğü teorileri kabul etmekle beraber, Klasik istihdam teorisine karşı çıkmıştır. Klasikçilerin öne sürdüğü ekonominin kendiliğinden eski haline gelme görüşünü imkânsız bulmaktadır I. Dünya Savaşı sonunda toplanan Paris Barış Konferansı'na İngiltere Hazinesi'ni temsilen katılmıştır.
Savaş sonrasında danışmanlık ve gazetecilik yapan Keynes, II. Dünya Savaşı 'nın bitmesine az kala,1944 yılında toplanan Bretton WoodsKonferansı'nda İngiliz Heyeti'ne başkanlık yapmıştır. Keynes, Amerika Birleşik Devletleri tezlerine karşı İngiliz tezlerinin savunucusu olmuş ve konferansta kendi adı ile anılan, Keynes Planını sunmuştur.
Keynes, piyasa kurumunun üretim faktörlerinin sektörler arasında dağılımını yönlendirmeye, yani üretim bileşimini toplumun tercihlerine göre değiştirmeyi başardığını kabul etmektedir. Buna karşılık piyasa ekonomisinde işgücünün tam istihdamını ve üretim kapasitesinin tam kullanımını sağlayacak bir mekanizma olmadığını öne sürmüştür. Ekonomide üretilen tüketim ve yatırım mallarını masedecek tüketim ve yatırım harcaması yapılmadığında firmaların üretimi kısacağını, bunun da iktisadî daralmaya ("resesyona") yol açacağını izah etmiştir. Keynes, bir daralma baş gösterdiğinde firma yöneticilerinin kötümserleşip yatırım yapmaktan çekinmeleri hâlinde (19. yüzyıl sonlarında ve 1930lu yıllardaki gibi) ortaya çıkan düşük millî gelir - düşük istihdam dengesinin uzun sürebileceğini belirtmiştir. Keynes'e göre böyle bir durgun ekonomide devlet para arzını artırarak faiz haddini düşürmek suretiyle yatırım harcamalarını teşvik edebilir. Bu politika yatırımları artırmakta etkili olmazsa, devlet kendi harcamaları ile (cari harcamaları ve yatırım harcamaları ile) millî geliri artırabilir. Özetle, devlet para politikası ile veya maliye politikası ile harcamaları artırarak millî geliri artırmayı ve yüksek işsizlik oranını azaltmayı başarabilir.
1970'lerde stagflasyon (durgunluk içinde görülen enflasyon) tecrübesi, Keynes'in gözlemediği bir makroiktisadî olay olduğundan, Keynes'in kuramında buna bir açıklama yoktu. 1970li yıllardan itibaren gelişmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkan yeni görüşler işsizliği toplam harcamalardaki yetmezlikten değil, refah devletinde işçilerin iş disiplinini yitirmesinden kaynaklandığını öne sürünce Keynes'in telkin ettiği tam istihdamı hedefleyen makroiktisat politikalarından vazgeçildi. Ancak Keynes'in millî geliri toplam harcamaların belirlediğine ilişkin teorisi hâlen genel kabul gören bir kuram olarak kalmıştır.

20 Eylül 2014 Cumartesi

öncelikle bu yazıma baslamadan once cok dusundum ve blogumu artık bundan sonra hayatımın işi olan borsa iktisat ve analız konuları ile mesgul edecegım bundan sonra  blogum icin koklu bir reform olacak deyip yazmaya bundan sonra baslıyorum
ekonometri adına acemi de olsam yinede bunları yapma geregi duyuyorum yapacağım yanlışlarım için simdiden affınıza sıgınıyorum eleştirilerle dahada iyiye gidecegine ınanıyorum

14 Nisan 2014 Pazartesi

Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!

Hey gidi küheylan, koşmana bak sen!
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!
Eski çınar şimdi Noel ağacı;
Dallarda iğreti yaprak utansın!
Ustada kalırsa bu öksüz yapı,
Onu sürdürmeyen çırak utansın!
Ölümden ileride varış dediğin,
Geride ne varsa, bırak utansın!
Ey binbir tanede solmayan tek renk,
Bayraklaşmıyorsan bayrak utansın!

Necip Fazıl Kısakürek