Tam istihdamın nahoş aritmetiği
Kapitalizmin küresel düzeyde yarattığı en önemli
tahribatlardan biri hiç kuşkusuz yaygın kitleleri işsizleştirmesidir. Dünyanın
hemen her coğrafyasında giderek daha fazla sayıda kişi ya mutlak işsiz ya da iş
güvencesinden yoksun bırakılmış konumdadır. Modern kapitalist devletin en büyük
sözleşmesi olan piyasa ve piyasa kuralları kapitalist bir ekonomide bireyin
toplumsal olarak temel var olma hakkı olan “çalışma” hakkını bireylerden
almakta ve geniş kitleleri işsizlik ve dışlama sarmalına mahkûm etmektedir.
Kapitalizmin temel kuralı sayılabilecek olan değersizleştirme süreci piyasalara
terk edilen insanların elinden yaşama haklarını almakta ve bunu yine
piyasaların nahoş isteği olarak meşrulaştırmaktadır. Basitçe söylenilen
piyasalar istemediği sürece insanlara da iş ve aşın yokluğudur.
Piyasaların bizi istemesi için ne yapmalıyız? Ya biz her
şeyi yapsakta o bizi istemezse! Ya bizim yerimize başkasını isterse! Piyasalar
karşısında herkesi yalnızlaştıran bu ve benzeri kuşkular “modern” kapitalist
dünyanın karabasanları olarak insanlığın karşısında durmakta… İnsanlık tarihi
geniş kitlelerin işsizleşmesini kuşkusuz yalnızca bugün yaşamıyor. Geçen
yüzyılın başı aynı zamanda merkez ekonomilerde işsizleştirilen,
değersizleştirilen kitlelerin siyasal mücadele tarihidir de… Bu siyasal
gerginlik ortamında merkez ekonomiler kapitalizm içi yeni bir düzenleme
biçimine de tanıklık etmişlerdir. Keynesyenizm olarak anılan bu düzenleme
biçiminde devlet işçi sınıfının artan siyasal muhalefetini sistem içinde
çözümleyebilmek için yeni bir işlev yüklenerek, piyasaların değersizleştirdiği
kitlelere kamusal alanda iş yaratma işlevini yüklenmiştir. Meslekten
iktisatçıların çok iyi bildiği bu düzenlemeler özünde kapitalizmin mülkiyet
ilişkilerine dokunmadan sermayenin toplum ve maddi hayat üzerinde kurduğu
tahribatı “müdahaleci devletin” politikalarıyla hafifletmesinden başka bir şey
değildi… Kapitalizm yeni bir Keynesyenizm süreci yaşayabilir mi? Ya da
Keynesyen bir düzenleme kapitalizmin maddi uygarlık üzerindeki tahribatlarını
tümüyle telafi edebilir mi? Kuşkusuz bu sorular insanlık tarihini “sol” düşünsel
perspektiften değerlendiren iktisatçı ve tabii en genel anlamıyla sosyal
bilimciler arasındaki ana ayrım noktalarından birini oluşturmaktadır… Bu
noktada Keynesyenizmle değişen şeyin aslında kapitalist sürecin temel doğası
olmadığı, sömürünün çerçeve ve boyutlarının olduğu saptamasını yapmak kanımızca
yeterlidir.
Yine de Keynesyenizmin dahi radikal politik öneri olarak
görüldüğü günümüz kapitalizminde piyasanın insanlığın maddi yaşamı üzerinde
ortaya koyduğu sınırlamaları anlayabilmemiz için toplumların tam çalışma (tam
istihdam) hakları ve bu amaca yönelmiş kamu politikalarının “maliyetleri”
üzerine düşünmekte yarar var. Bu soruyu genel olarak insanlık sorunundan
neoliberal politikalar altında yeniden yapılandırılmaya tabi tutulan ülkemize
yönelttiğimizde karşımızda şu tür bir manzara durmaktadır. Türkiye’nin yaklaşık
72 milyon civarında bir nüfusu mevcuttur. DİE’nin 2003 yılı kesinleşmiş
verileri dikkate alındığında bu nüfusun 23 milyon 640 bin kişisi 15 yaş ve
üzerindeki çalışma yaşındaki faal nüfusu oluşturmaktadır. Bu toplamın 21 milyon
147 bini farklı biçimlerde çalışma hayatına katılabilmekte ve 2 milyon 293 bin
kişisi ülkemizde artık kanıksanan işsizler ordusu içerisinde yer almaktadır.
Toplam istihdamın %35’ni tarım, %65’ni ise tarım dışı kentsel istihdam
oluşturmaktadır. Farklı mülkiyet ve çalışma koşulları dikkate alındığında
çalışanların %50’si “ücretli ve yevmiyeli”, %20’si ücretsiz aile işçisi (ki
büyük çoğunluğu tarımda yer almaktadır) ve %20’si ise kendi hesabına
çalışanlarla işverenlerden oluşmaktadır. Sınıfsal kategorilerle düşünüldüğünde,
kaba bir tahminle, faal işgücünün %70’nin aşan kısmının ya ücretleriyle geçinen
ya da tarımda geçimlik üretim yapan potansiyel emek gücü tarafından oluştuğunu
düşünmek mümkündür. Üstelik ücret ya da tarımsal geçimlik gelir düzeyiyle
yaşamlarını sürdüren bu grupların yaklaşık 60 milyona yakın insanın
“geçimleriyle” sorumlu oldukları da tahminler arasında yer almaktadır. Bu
yapıya ilişkin bir diğer önemli gözlem ise hep bahsedilen Türkiye’nin genç
nüfus yapısıdır. Söz konusu genç nüfus ülkemizde halen derinleştirilerek
sürdürülen neoliberal yeniden yapılandırma sürecinin beklenen sonucu olan
gelecek dönemlerin işsizler ordusunun adayları konumundadır. DİE verilerinden
hareket edilecek olunursa 15-19 yaş gurubunda yaklaşık olarak %24, 20-24 yaş
gurubunda %27 ve 25-35 yaş grubunda ise %13 düzeylerine varan işsizlik oranları
gözlenmektedir. İş süreçlerindeki kuralsızlaştırmanın önemli bir diğer
sonucunun ise toplam istihdamın %50’si düzeyinde olan hiçbir sosyal güvenceye
tabi olmayan “kayıtsız çalışanlar” olduğu unutulmamalıdır.
Ülkemizin bu görünümü şu soruyu haklı kılmaz mı? Zaten genç
olan ve giderek artan nüfus yapısında insanların yaşamaları için olmazsa olmaz
olarak tanımlanan çalışma hakları yalnızca piyasanın mantık alanına terk
edilmesi ne derece ahlaki bir tutumdur? Bu soruyu sormak dahi bugün dünya da ve
ülkemizde her şeyi piyasaların mantık alanında meşrulaştıran meslekten
iktisatçıları ve ülkesini “küresel kurallar” çığlıyla kapitalizmin acımasız kurallarına
terk eden “yöneticileri” rahatsız edeceği açık…
Olsun rahatsızlık vermek pahasına gelin bir de şöyle
düşünelim. Bir ülke düşünelim ki bu bizim ülkemiz olsun… Bu ülke insanının
%10’ları aşan kısmı fiili işsiz olsun ve yine bu ülke uzun süredir borçlu olup,
borçlarını “birlikte” borçlandık şimdi de siz “ödeyeceksiniz” deyip halkını
işsizlik ve giderek sefalete mahkûm etsin… Bu ülkenin yöneticileri borç ödeme
sorumluluğunu düzenli olarak gerçekleştirmenin “gururuyla” böbürlenirken
örneğin SEKA’yı kapatıp işsiz kalan insanlara “eh ne yapalım piyasalar bunu
istiyor” diyebilsin… SEKA’yı kapatıp orada “park” yapılacağından söz edebilsin…
Şimdi böyle bir ekonomide devletin iki kesime olan
sorumluluğundan hareketle “aykırı” gözlemler geliştirelim. Aşağıda sunulan
şekilde 1980’li yıllar boyunca “iç ve dış borçlarımızın faiz ve ana para
ödemeleri” ile “toplam ücret” ödemelerinin milli gelire oranları sunulmuştur.
Reel fiyatlarla hazırlanan bu ilişkide ücret gelirinin milli gelire oranı %20
ila %25 düzeylerinde seyretmektedir. Borç ödeme sürecine tabi olduğumuz
sürdürülmekte olan sözde “istikrar programında” dahi borç ödemelerinin milli
gelire oranı %58 düzeyinin altına çekilememiştir. Başka bir deyişle ulusal
gelirin yarısından fazlası borç ödemeleriyle yerli ve uluslararası sermayeye
transfer edilirken ancak %20’ler düzeyinde kalan bir kısmı ücretiyle geçinen
geniş halk kesimlerine dağıtılmakta ve eğer “tasarruf” yapılacaksa ilk
hatırlanan bu kesimlerin milli gelirden aldıkları pay olmaktadır. Şimdi de bu
ülkede farklı bir siyasal iktidarın farklı bir iktisat politikası uyguladığını
ve belirli bir minimum ücretten isteyen herkesin tam istihdamı garantilediğini
varsayalım…
Olmaz mı? Meslekten iktisatçıların ve yerleşik düşüncenin
amansız savunucusu yönetici elitlerin “tabiki olmaz” deyişlerini duyar
gibiyiz..! Olsun soyut iktisat düşünmek bazen basit aritmetik yapmayı
gerektirir… Kimi zaman karmaşık anlatı varlığı çok açık olan bir durumu
gizlemenin ötesine geçmeyebilir… Sözünü ettiğimiz bu ülkede yani bizim ülkemizde
2003 yılı verilerine yeniden dönelim ve o yıl geçerli olan 427 milyon
düzeyindeki işgücü maliyetinden (söz konusu miktar işçinin eline geçen net maaş
değildir sosyal güvenlik katkılarını da içermektedir..!) 2 milyon kişiye iş
verdiğini düşünelim… Bu tür bir iş güvencesi politikasının kabaca maliyeti
yaklaşık 10 katrilyon kadar olup, aynı yıl 175 katrilyon olan milli gelirinin
%6 dolayında olan bir miktarı temsil etmektedir. O yıl milli gelirden işgücüne
zaten yapılan ödemelerle bu sözünü ettiğimiz tam istihdam politikasının ek
“maliyetini” de kattığımız da halen işgücüne yapılan toplam aktarma anca
%30’lar düzeyine ulaşmaktadır… Yani sistem için korkulacak bir şey yoktur…
Halen borçlar ödenebilmekte (!) ve halen sermaye bitmek bilmez kâr isteğini
gerçekleştirebilmektedir..!
Bu elbette yalnızca basit bir aritmetik..! Ama istenirse
yapılamayacak, uygulanamayacak bir alternatif de değil… Halkından bu açıdan
destek almış bir siyasal iktidar isterse elbette bu tür politikaları çok daha
yetkin ve işlevsel olarak geliştirebilir ve uygulamaya koyabilir. Çünkü
kapitalizmde ücret ilişkisi aynı zamanda bir değer ilişkisidir. İstihdam
harcaması aynı zamanda bir üretim harcamasıdır ve bu anlamda ödemeden daha
fazla yaratılan bir gelirdir… İstihdam harcamaları yerleşik ve uluslararası
sermayeye yapılan direk bir kaynak transferi değil direk olarak bir gelir
yaratımıdır…
Yeniden soralım olmaz mı? Piyasanın bu kadar
mutlaklaştırıldığı, insanların çıplak olarak piyasaya terk edildiği bir dünyada
belki olmaz… Ancak insanlığı bu kadar tehdit eden, kapitalizmin yalın çıplak
halini insanlığa vaat eden bir iktidar da bir o kadar sürekli tarih olmaz…
Meslekten iktisatçıya çağrımız nahoş aritmetiği biraz da bu amaçla
kullanmalarıdır… İnsanlığın içinde hapsolduğu, ülkemizde ve dünyada
kapitalizmin uygarlık suçunun boyutlarını daha kolay kavrayacaklardır..
!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder