25 Eylül 2014 Perşembe

Tam istihdamın nahoş aritmetiği
Kapitalizmin küresel düzeyde yarattığı en önemli tahribatlardan biri hiç kuşkusuz yaygın kitleleri işsizleştirmesidir. Dünyanın hemen her coğrafyasında giderek daha fazla sayıda kişi ya mutlak işsiz ya da iş güvencesinden yoksun bırakılmış konumdadır. Modern kapitalist devletin en büyük sözleşmesi olan piyasa ve piyasa kuralları kapitalist bir ekonomide bireyin toplumsal olarak temel var olma hakkı olan “çalışma” hakkını bireylerden almakta ve geniş kitleleri işsizlik ve dışlama sarmalına mahkûm etmektedir. Kapitalizmin temel kuralı sayılabilecek olan değersizleştirme süreci piyasalara terk edilen insanların elinden yaşama haklarını almakta ve bunu yine piyasaların nahoş isteği olarak meşrulaştırmaktadır. Basitçe söylenilen piyasalar istemediği sürece insanlara da iş ve aşın yokluğudur.
Piyasaların bizi istemesi için ne yapmalıyız? Ya biz her şeyi yapsakta o bizi istemezse! Ya bizim yerimize başkasını isterse! Piyasalar karşısında herkesi yalnızlaştıran bu ve benzeri kuşkular “modern” kapitalist dünyanın karabasanları olarak insanlığın karşısında durmakta… İnsanlık tarihi geniş kitlelerin işsizleşmesini kuşkusuz yalnızca bugün yaşamıyor. Geçen yüzyılın başı aynı zamanda merkez ekonomilerde işsizleştirilen, değersizleştirilen kitlelerin siyasal mücadele tarihidir de… Bu siyasal gerginlik ortamında merkez ekonomiler kapitalizm içi yeni bir düzenleme biçimine de tanıklık etmişlerdir. Keynesyenizm olarak anılan bu düzenleme biçiminde devlet işçi sınıfının artan siyasal muhalefetini sistem içinde çözümleyebilmek için yeni bir işlev yüklenerek, piyasaların değersizleştirdiği kitlelere kamusal alanda iş yaratma işlevini yüklenmiştir. Meslekten iktisatçıların çok iyi bildiği bu düzenlemeler özünde kapitalizmin mülkiyet ilişkilerine dokunmadan sermayenin toplum ve maddi hayat üzerinde kurduğu tahribatı “müdahaleci devletin” politikalarıyla hafifletmesinden başka bir şey değildi… Kapitalizm yeni bir Keynesyenizm süreci yaşayabilir mi? Ya da Keynesyen bir düzenleme kapitalizmin maddi uygarlık üzerindeki tahribatlarını tümüyle telafi edebilir mi? Kuşkusuz bu sorular insanlık tarihini “sol” düşünsel perspektiften değerlendiren iktisatçı ve tabii en genel anlamıyla sosyal bilimciler arasındaki ana ayrım noktalarından birini oluşturmaktadır… Bu noktada Keynesyenizmle değişen şeyin aslında kapitalist sürecin temel doğası olmadığı, sömürünün çerçeve ve boyutlarının olduğu saptamasını yapmak kanımızca yeterlidir.
Yine de Keynesyenizmin dahi radikal politik öneri olarak görüldüğü günümüz kapitalizminde piyasanın insanlığın maddi yaşamı üzerinde ortaya koyduğu sınırlamaları anlayabilmemiz için toplumların tam çalışma (tam istihdam) hakları ve bu amaca yönelmiş kamu politikalarının “maliyetleri” üzerine düşünmekte yarar var. Bu soruyu genel olarak insanlık sorunundan neoliberal politikalar altında yeniden yapılandırılmaya tabi tutulan ülkemize yönelttiğimizde karşımızda şu tür bir manzara durmaktadır. Türkiye’nin yaklaşık 72 milyon civarında bir nüfusu mevcuttur. DİE’nin 2003 yılı kesinleşmiş verileri dikkate alındığında bu nüfusun 23 milyon 640 bin kişisi 15 yaş ve üzerindeki çalışma yaşındaki faal nüfusu oluşturmaktadır. Bu toplamın 21 milyon 147 bini farklı biçimlerde çalışma hayatına katılabilmekte ve 2 milyon 293 bin kişisi ülkemizde artık kanıksanan işsizler ordusu içerisinde yer almaktadır. Toplam istihdamın %35’ni tarım, %65’ni ise tarım dışı kentsel istihdam oluşturmaktadır. Farklı mülkiyet ve çalışma koşulları dikkate alındığında çalışanların %50’si “ücretli ve yevmiyeli”, %20’si ücretsiz aile işçisi (ki büyük çoğunluğu tarımda yer almaktadır) ve %20’si ise kendi hesabına çalışanlarla işverenlerden oluşmaktadır. Sınıfsal kategorilerle düşünüldüğünde, kaba bir tahminle, faal işgücünün %70’nin aşan kısmının ya ücretleriyle geçinen ya da tarımda geçimlik üretim yapan potansiyel emek gücü tarafından oluştuğunu düşünmek mümkündür. Üstelik ücret ya da tarımsal geçimlik gelir düzeyiyle yaşamlarını sürdüren bu grupların yaklaşık 60 milyona yakın insanın “geçimleriyle” sorumlu oldukları da tahminler arasında yer almaktadır. Bu yapıya ilişkin bir diğer önemli gözlem ise hep bahsedilen Türkiye’nin genç nüfus yapısıdır. Söz konusu genç nüfus ülkemizde halen derinleştirilerek sürdürülen neoliberal yeniden yapılandırma sürecinin beklenen sonucu olan gelecek dönemlerin işsizler ordusunun adayları konumundadır. DİE verilerinden hareket edilecek olunursa 15-19 yaş gurubunda yaklaşık olarak %24, 20-24 yaş gurubunda %27 ve 25-35 yaş grubunda ise %13 düzeylerine varan işsizlik oranları gözlenmektedir. İş süreçlerindeki kuralsızlaştırmanın önemli bir diğer sonucunun ise toplam istihdamın %50’si düzeyinde olan hiçbir sosyal güvenceye tabi olmayan “kayıtsız çalışanlar” olduğu unutulmamalıdır.
Ülkemizin bu görünümü şu soruyu haklı kılmaz mı? Zaten genç olan ve giderek artan nüfus yapısında insanların yaşamaları için olmazsa olmaz olarak tanımlanan çalışma hakları yalnızca piyasanın mantık alanına terk edilmesi ne derece ahlaki bir tutumdur? Bu soruyu sormak dahi bugün dünya da ve ülkemizde her şeyi piyasaların mantık alanında meşrulaştıran meslekten iktisatçıları ve ülkesini “küresel kurallar” çığlıyla kapitalizmin acımasız kurallarına terk eden “yöneticileri” rahatsız edeceği açık…
Olsun rahatsızlık vermek pahasına gelin bir de şöyle düşünelim. Bir ülke düşünelim ki bu bizim ülkemiz olsun… Bu ülke insanının %10’ları aşan kısmı fiili işsiz olsun ve yine bu ülke uzun süredir borçlu olup, borçlarını “birlikte” borçlandık şimdi de siz “ödeyeceksiniz” deyip halkını işsizlik ve giderek sefalete mahkûm etsin… Bu ülkenin yöneticileri borç ödeme sorumluluğunu düzenli olarak gerçekleştirmenin “gururuyla” böbürlenirken örneğin SEKA’yı kapatıp işsiz kalan insanlara “eh ne yapalım piyasalar bunu istiyor” diyebilsin… SEKA’yı kapatıp orada “park” yapılacağından söz edebilsin…
Şimdi böyle bir ekonomide devletin iki kesime olan sorumluluğundan hareketle “aykırı” gözlemler geliştirelim. Aşağıda sunulan şekilde 1980’li yıllar boyunca “iç ve dış borçlarımızın faiz ve ana para ödemeleri” ile “toplam ücret” ödemelerinin milli gelire oranları sunulmuştur. Reel fiyatlarla hazırlanan bu ilişkide ücret gelirinin milli gelire oranı %20 ila %25 düzeylerinde seyretmektedir. Borç ödeme sürecine tabi olduğumuz sürdürülmekte olan sözde “istikrar programında” dahi borç ödemelerinin milli gelire oranı %58 düzeyinin altına çekilememiştir. Başka bir deyişle ulusal gelirin yarısından fazlası borç ödemeleriyle yerli ve uluslararası sermayeye transfer edilirken ancak %20’ler düzeyinde kalan bir kısmı ücretiyle geçinen geniş halk kesimlerine dağıtılmakta ve eğer “tasarruf” yapılacaksa ilk hatırlanan bu kesimlerin milli gelirden aldıkları pay olmaktadır. Şimdi de bu ülkede farklı bir siyasal iktidarın farklı bir iktisat politikası uyguladığını ve belirli bir minimum ücretten isteyen herkesin tam istihdamı garantilediğini varsayalım…
Olmaz mı? Meslekten iktisatçıların ve yerleşik düşüncenin amansız savunucusu yönetici elitlerin “tabiki olmaz” deyişlerini duyar gibiyiz..! Olsun soyut iktisat düşünmek bazen basit aritmetik yapmayı gerektirir… Kimi zaman karmaşık anlatı varlığı çok açık olan bir durumu gizlemenin ötesine geçmeyebilir… Sözünü ettiğimiz bu ülkede yani bizim ülkemizde 2003 yılı verilerine yeniden dönelim ve o yıl geçerli olan 427 milyon düzeyindeki işgücü maliyetinden (söz konusu miktar işçinin eline geçen net maaş değildir sosyal güvenlik katkılarını da içermektedir..!) 2 milyon kişiye iş verdiğini düşünelim… Bu tür bir iş güvencesi politikasının kabaca maliyeti yaklaşık 10 katrilyon kadar olup, aynı yıl 175 katrilyon olan milli gelirinin %6 dolayında olan bir miktarı temsil etmektedir. O yıl milli gelirden işgücüne zaten yapılan ödemelerle bu sözünü ettiğimiz tam istihdam politikasının ek “maliyetini” de kattığımız da halen işgücüne yapılan toplam aktarma anca %30’lar düzeyine ulaşmaktadır… Yani sistem için korkulacak bir şey yoktur… Halen borçlar ödenebilmekte (!) ve halen sermaye bitmek bilmez kâr isteğini gerçekleştirebilmektedir..!
Bu elbette yalnızca basit bir aritmetik..! Ama istenirse yapılamayacak, uygulanamayacak bir alternatif de değil… Halkından bu açıdan destek almış bir siyasal iktidar isterse elbette bu tür politikaları çok daha yetkin ve işlevsel olarak geliştirebilir ve uygulamaya koyabilir. Çünkü kapitalizmde ücret ilişkisi aynı zamanda bir değer ilişkisidir. İstihdam harcaması aynı zamanda bir üretim harcamasıdır ve bu anlamda ödemeden daha fazla yaratılan bir gelirdir… İstihdam harcamaları yerleşik ve uluslararası sermayeye yapılan direk bir kaynak transferi değil direk olarak bir gelir yaratımıdır…
Yeniden soralım olmaz mı? Piyasanın bu kadar mutlaklaştırıldığı, insanların çıplak olarak piyasaya terk edildiği bir dünyada belki olmaz… Ancak insanlığı bu kadar tehdit eden, kapitalizmin yalın çıplak halini insanlığa vaat eden bir iktidar da bir o kadar sürekli tarih olmaz… Meslekten iktisatçıya çağrımız nahoş aritmetiği biraz da bu amaçla kullanmalarıdır… İnsanlığın içinde hapsolduğu, ülkemizde ve dünyada kapitalizmin uygarlık suçunun boyutlarını daha kolay kavrayacaklardır..


!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder